6 Ekim 2010 Çarşamba

Kalbi bozan alti sey...

" Tevbe ederim ümidiyle günah işlemek."
İlim öğrenip onunla amel etmemek."
Amel ederken ihlâslı olmamak."
Allâhü Teâlânın verdiği rızkı yemek fakat ona şükretmemek."
Allâhü Teâlânın taksimine râzı olmamak."
Ölüleri defnedip ibret almamak...

bkey="medreseizehra.0d62f3f5ae390bb4fcff3990dfea2103";

iman zayifliginin neticesi...

Zaaf-ı imanın mutlak neticesi olan yeis, sıkıntı, ümitsizlik ve bunlardan müteşekkil faydasız ızdırabı kendine çektiren insanlar, hastalıklı ve vehimli bir hassasiyet içinde hayatla­rını ihtiyarî olarak acılaştırırlar. Zorla kendilerini felâket­ze­de yaparlar. Mazhar oldukları bedenî, zihnî ve ruhî kuv­veti eri­tip, yürekleri bezmiş bir halde adeta harabî bir yığın olarak kıymettar ömürlerini heder ederler.
Böyle dehşetli ve mânevî müthiş tehlikeler ve bunaltıcı hallerin çok olduğu korkunç asırda asrî yaşamaya ve her kıy­metin kolayca kaybedilmesine kendi kendilerine adeta zor­­la alıştırmış olurlar. Zehirleyici ve yıpratıcı tiryakiliğe müp­­tela olurlar.
Halbuki bu insanlar Risale-i Nur’un tahkikî iman dersle­rinin sahip kıldığı kuvvet-i imanla, mazhar eylediği teyak­kuz ve ferasetle böyle vehimden ibaret hallerden kurtulsa­lar, kendilerinin tükenmez sevinç ve sürur kaynaklarına, bit­mez ve zeval bulmaz maddî ve mânevî kuvvet ve enerji men­balarına fazl-ı İlâhî olarak malik bulunduklarını göre­cek­lerdir.
Bunu hayretler ve hayranlıklar içinde müşahede edecek­ler, hayatlarında hayatî bir tebdilat yapmaya, yepyeni, gep­genç bir çağa girmeye muvaffak olacaklardır.
Ve olacağım ve olmak için her günkü cehdimde ömrü­mün sonuna kadar sebat edeceğim. Sabır ve sedakatla dua ve niyazla, istiğfar ve istiaze ile mesut ve mesrur olacağım. Bu güç ve kuvvetin, bu azim ve sebatın, bu cehd ve gayretin bana lütfedilmiş olduğunu apaşikar bir surette görmekte­yim.
Risale-i Nur ve müellif-i yektası gibi bir münevvirde mü­nevver olamayan bir çok kimseler evham, vehim ve ves­vese için­de bulunarak kendi özlerindeki mânevî vücutların ölmesine, ezel ve ebede müteveccih lâtife ve hasselerinin yıpranmasına, dumura uğramasına ses çıkarmamışlar, diril­tici ve ihyâcı bir harekette bulunamamışlardır.
Bu halde felâket, onları mutlak bir acizlik içinde bularak mahvetmiştir. Ruhî ve mânevî servetlerini mevcut ve seme­redar vaziyete yükseltmek için küçük bir gayret sarf etmeyi; bun­ların ebedî, dünya mallarının fâni olduğunu ha­yalle­rinden geçirmemişlerdir.
Böyle adamlar yalnız dünyevî mal ve paradan züğürt dü­şerek herşeyinin mahvolup gittiğine inanan, nur-u iman­dan ve teyakkuz ve ferasetten mahrum, illet-i vehme ken­dilerini kaptırmış eblehlerden ibarettir. Böyle kimseleri yeis, korku, vehim, mürailik ve sinir hastalıkları kaplar ve onla­rın hakikatte var olan dinamik mevcudiyetleri felce uğrar.
Halbuki tahkikî imanla münevver nikbin kimseler derler ki: Beni her meşru şeyde muvaffak kılacak güç ve kuvvete mazhar ve malikim. Kendimi diriltecek mücahede-i nefsa­niye gayret ve kudretine sahibim. Her meşru şeyi yapmak mümkündür ve kolaydır, hiçbir şey kaybedilme­miştir.

Zübeyr Gündüzalp ...Notlarindan...

Acz, fakr ve naks kavramlarını açıklar mısınız?

Nur külliyatında bu konu üzerinde önemle durulur. Çünkü bu üç özellik ubudiyetin esasıdır. Yani, insan bunların şuuruna varmakla kulluğunu takınır; Rubbine karşı tesbih, hamd ve tekbir görevlerini yerine getirir.Üstad şöyle buyurur: “İnsandaki kusur, kemâlât-i Sübhaniye derecelerine bir mirsaddır. İnsandaki fakr, gına-yı rahmetin derecelerine bir mikyasdır.

İnsandaki acz, kudret ve kibriyasına bir mizandır.”Kusur, acz ve fakr insanın üç temel özelliğidir. Nefsin mahiyeti bu üçüyle yoğrulmuş bulunuyor. Kusur, noksanlık mânâsına gelir ve kemâlin zıddıdır. Kusur denilince, genellikle hata ve günah hatıra gelir. Böyle olmakla birlikte, kusur sadece bunlara mahsus değildir. Yani her kusur, her noksanlık günah değildir. Ama her günah bir kusurdur, bir noksanlıktır.İnsanın kusur yönü, “acıkması, yorulması, uyuması, hastalanması, ihtiyarlaması, iradesinin cüzi olması, yani bir anda iki şey irade edememesi, iki şeyi birlikte düşünememesi, aynı anda iki farklı yöne bakamayışı” gibi noksanlıklarıdır.Fakirlik, muhtaç olma mânâsına gelir ve konuşmalarımızda ‘fakr’ denilince genellikle servetten mahrumiyeti anlarız.

Yani, maddî imkânlardan mahrum olanlara ‘fakir’ deriz. Halbuki, zengin olsun fakir olsun bütün insanların sonsuz denecek kadar ortak ihtiyaçları vardır. Bu yönüyle her iki grup insan da, son derece fakirdir. Buna göre, fakr denilince, “insanın göze, kulağa, ele, ayağa, havaya, suya, güneşe, geceye, gündüze, atmosfere, bedeninde görev yapan her organa ve çevresini kuşatan bütün eşyaya muhtaç olması” anlaşılmalıdır.Acz’e gelince, bu kavramı, insanın, muhtaç olduğu dahilî ve haricî nimetlerden hiçbirini yapacak güce sahip olmaması şeklinde anlamak gerekir. Dünyayı döndürmeye, yahut kanın deveranını sağlamaya güç yetirememe noktasında, bir bebekle en kuvvetli bir insanın, hiç mi hiç farkı yoktur. Bu işler, bir İlâhî kudret tarafından görülmekte, icra edilmektedir.İnsandaki sonsuz kusur ve noksanlığa bedel, Allah’ın ‘kemâlat-i Sübhaniyesi’ sonsuzdur. İnsandaki sonsuz fakra bedel, Allah’ın, ‘gına-yı rahmeti’ sonsuzdur. Yani, insan sonsuz fakir ve muhtaç, Allah sonsuz Ganî (zengin) ve Rahîm’dir. Ve insandaki sonsuz âcizliğe bedel Allah sonsuz bir kudret ve kibriya sahibidir.Nur Külliyatı’ndan Dokuzuncu Sözde de aynı mânâ bir başka şekilde işlenmiş ve namaz tesbihatıyla bu hakikatler arasında harika bir ilgi kurulmuştur.O dersten öğrendiğimize göre, insan kendi kusurunu, noksanlığını bilerek Rabbini tespih eder ve “Sübhanallah” der.Fakrına bakarak Rabbinin sonsuz nimetlerini hatırlar ve “Elhamdülillah” der.Aczini görerek Allah’ın kudret ve azametini düşünür ve “Allah u Ekber” der.

http://www.sorularlarisaleinur.com/subpage.php?s=article&aid=284

Kalbin beş yarasına beş merhemi tazammun eder...

Ey maraz-ı vesvese ile mübtelâ! Biliyor musun vesvesen neye benzer? Musîbete benzer; ehemmiyet verdikçe şişer, ehemmiyet vermezsen söner. Ona büyük nazarıyla baksan büyür; küçük görsen, küçülür. Korksan ağırlaşır, hasta eder; havf etmezsen hafif olur, mahfî kalır. Mahiyetini bilmezsen devam eder, yerleşir; mahiyetini bilsen, onu tanısan, gider. Öyle ise, şu musîbetli vesvesenin aksâm-ı kesîresinden kesîrü'l-vuku' olan yalnız beş vechini beyân edeceğim. Belki sana ve bana şifâ olur. Zîrâ, şu vesvese öyle bir şeydir ki, cehil onu dâvet eder, ilim onu tard eder; tanımazsan gelir, tanısan gider.

Birinci Vecih - Birinci Yara

Şeytan, evvelâ şüpheyi kalbe atar. Eğer kalb kabul etmezse, şüpheden şetm'e döner. Hayale karşı şetme benzer bâzı pis hâtıraları ve münâfi-i edeb çirkin halleri tasvir eder. Kalbe "Eyvah!" dedirtir; ye'se düşürtür. Vesveseli adam zanneder ki, kalbi Rabbine karşı sû-i edebde bulunuyor. Müthiş bir halecan ve heyecan hisseder. Bundan kurtulmak için huzurdan kaçar, gaflete dalmak ister. Bu yaranın merhemi budur:

Bak, ey bîçare vesveseli adam! Telaş etme. Çünkü, senin hatırına gelen, şetm değil, belki tahayyüldür. Tahayyül-ü küfür, küfür olmadığı gibi, tahayyül-ü şetm dahi, şetm değildir. Zîrâ, mantıkça, tahayyül hüküm değildir. Şetm ise hükümdür.

Hem bununla beraber, o çirkin sözler, senin kalbin sözleri değil. Çünkü, senin kalbin, ondan müteessir ve müteessiftir. Belki, kalbe yakın olan lümme-i şeytânîden geliyor. Vesvesenin zararı, tevehhüm-ü zarardır; yani onu zararlı tevehhüm etmekle, kalben mutazarrır olmaktır. Çünkü, hükümsüz bir tahayyülü hakikat tevehhüm eder. Hem şeytanın işini kendi kalbine mal eder; onun sözünü, ondan zanneder. Zarar anlar, zarara düşer. Zâten şeytanın da istediği odur.

http://www.risaleara.com/oku.asp?id=238

Risale-i Nur ve Hariç memleketler ...

RİSÂLE-İ NUR'UN HARİÇ MEMLEKETLERDEKİFÜTÛHÂTINA KISA BİR BAKIŞ

Risâle-i Nur, yirminci asrın ilim ve fen seviyesine uygun müsbet bir metodla akla ve kalbe hitap ederek iknâ ve ispat yoluyla gittiği için, yalnız Türkiye'de değil, hariç memleketlerde de hüsn-ü kabule mazhar olmuştur. Eserler, memleketimizde yeni yazı ile matbaalarda basılmadan evvel, başta Pâkistan ve Irak olmak üzere diğer İslâm memleketlerinde Arapça, Orduca, Ingilizce ve Hintçe tâb' edilerek bütün âlem-i İslâma tanıtılmış ve fevkalâde teveccühe mazhar olarak geniş bir okuyucu kitlesi bulmuştur.Bediüzzaman, kırk-elli seneden beri, yalnız âlem-i İslâmda değil, bütün dünyaca tanınmış mümtaz bir şahsiyettir. Kendisi, küçük yaşından beri ilim sahasında ilzam edilmemiş olduğundan; gerek dahilde ve gerekse hariçte nazarlar üzerine çevrilmiştir.

Âlem-i İslâmın ilim merkezi olan Camiü'l-Ezher, onun mertebe-i ilmini ve yüksek zekâsını Üniversite Rektörü Şeyh Bahid gibi müdakkik âlimler vâsıtasıyla idrâk ederken, müsbet ilimlerdeki derin vukûfu da bütün dünyaya yayılıyordu. Mısır matbuâtında "Fatînü'l-Asr" diye tavsif edilerek, hakkında makaleler neşrediliyordu.Kendisi, bundan kırk beş elli sene önce Şam'da, içinde yüz ehl-i ilim bulunan on bin kişilik muazzam bir cemaate Camiü'l-Emevî'de îrâd ettiği mühim bir hutbede, Âlem-i İslâmın geri kalış sebeplerini ve nasıl ilerleyeceğini izah ederek, âlem-i İslâmın ittifâkının ne kadar zarûri olduğunu beyân etmişti.Bu hutbesi bütün âlem-i İslâmda hayranlıkla karşılanmış ve ilim meclislerinde ismi çok anılmaya başlanmıştır. Onun mücâhede ve mücâdelelerini işiten ve eserlerini okuyan binlerce kişi ona karşı büyük bir alâka duymaya başlamışlardır. Camiü'l-Ezherin hamiyetli talebeleri bir hadîs-i şerifin medâr-ı evham olmuş mânâsını Üstad Bediüzzaman'dan sormuşlar; ve Üstad hasta olması dolayısıyla, talebeleri Risale-i Nur'dan o meseleye müteallik mevzûları ve Üstad tarafından daha evvel o hadîs dolayısıyla gelebilecek bir suâle verilmiş katî bir cevabı bir araya getirerek göndermişler ve bu cevap gayet takdirle karşılanmıştır.

http://www.risaleara.com/oku.asp?id=4695

Rızk-ı Hakiki ve Rızk-ı Mecazi...

Evet, iktisat etmeyen, zillete ve mânen dilenciliğe ve sefalete düşmeye namzettir. Bu zamanda isrâfâta medar olacak para çok pahalıdır. Mukabilinde Bazen haysiyet, namus rüşvet alınıyor. Bazen mukaddesât-ı diniye mukabil alınıyor, sonra menhus bir para veriliyor. Demek, mânevî yüz lira zararla maddî yüz paralık bir mal alınır.

Eğer iktisat edip hâcât-ı zaruriyeye iktisar ve ihtisar ve hasretse "İnnAllahe HUverRezzaku ZulKuvvetil Metin" sırrıyla, "Ve ma min dabbetin fil erdı illa alellahi rizkuha" sarahatiyle, ummadığı tarzda, yaşayacak kadar rızkını bulacak. Çünkü şu âyet taahhüt ediyor.
Evet, rızık ikidir: Biri hakikî rızıktır ki, onunla yaşayacak. Bu âyetin hükmü ile, o rızık taahhüd-ü Rabbânî altındadır. Beşerin sû-i ihtiyarı karışmazsa, o zarurî rızkı herhalde bulabilir. Ne dinini, ne namusunu, ne izzetini feda etmeye mecbur olmaz.

İkincisi, rızk-ı mecazîdir ki, sû-i istimâlâtla hâcât-ı gayr-ı zaruriye hâcât-ı zaruriye hükmüne geçip, görenek belâsıyla tiryaki olup, terk edemiyor. İşte bu rızık taahhüd-ü Rabbânî altında olmadığı için, bu rızkı tahsil etmek, hususan bu zamanda çok pahalıdır. Başka izzetini feda edip zilleti kabul etmek, Bazen alçak insanların ayaklarını öpmek kadar mânen bir dilencilik vaziyetine düşmek, Bazen hayat-ı ebediyesinin nuru olan mukaddesât-ı diniyesini feda etmek suretiyle o bereketsiz, menhus malı alır.

Hem bu fakr u zaruret zamanında, aç ve muhtaç olanların elemlerinden ehl-i vicdana rikkat-i cinsiye vasıtasıyla gelen teellüm, o gayr-ı meşru bir surette kazandığı parayla aldığı lezzeti, vicdanı varsa acılaştırıyor. Böyle acip bir zamanda, şüpheli mallarda, zaruret derecesinde iktifa etmek lâzımdır. Çünkü "İnne'd-darûrete tükadderu bikadrihâ" sırrıyla, haram maldan, mecburiyetle zaruret derecesini alabilir, fazlasını alamaz. Evet, muztar adam, murdar etten tok oluncaya kadar yiyemez. Belki ölmeyecek kadar yiyebilir. Hem, yüz aç adamın huzurunda kemâl-i lezzetle fazla yenilmez.

Lemalar On Dokuzuncu Lem'a 147http://www.risaleara.com/

İhtiyarlar evin bereket direğidir...

Ey derd-i maişetle müptelâ olan insan! Bil ki, senin hanendeki bereket direği ve rahmet vesilesi ve musibet dâfiası, hanendeki o istiskal ettiğin ihtiyar veya kör akrabandır. Sakın deme, "Maişetim dardır, idare edemiyorum." Çünkü onların yüzünden gelen bereket olmasaydı, elbette senin dıyk-ı maişetin daha ziyade olacaktı. Bu hakikati benden inan. Bunun çok katî delillerini biliyorum; seni de inandırabilirim. Fakat uzun gitmemek için kısa kesiyorum; şu sözüme kanaat et. Kasem ederim, şu hakikat gayet katîdir. Hattâ nefis ve şeytanım dahi buna karşı teslim olmuşlar. Nefsimin inadını kıran ve şeytanımı susturan bir hakikat, sana kanaat vermeli.
Evet, kâinatın şehadetiyle, nihayet derecede Rahmân, Rahîm ve Lâtif ve Kerîm olan Hâlık-ı Zülcelâli ve'l-İkram, çocukları dünyaya gönderdiği vakit, arkalarından rızıklarını gayet lâtif bir sûrette gönderip ve memeler musluğundan ağızlarına akıttığı gibi, çocuk hükmüne gelen ve çocuklardan daha ziyade merhamete lâyık ve şefkate muhtaç olan ihtiyarların rızıklarını dahi, bereket sûretinde gönderir. Onların iaşelerini, tamahkâr ve bahîl insanlara yükletmez.

"Şüphesiz ki rızık veren, mutlak kudret ve kuvvet sahibi olan ancak Allah'tır." (Zâriyat Sûresi, 51:58.)

"Yeryüzünde yürüyen ve kendi rızkını yüklenemeyen nice canlının ve sizin rızkınızı Allah verir." (Ankebut Sûresi, 29:60.) âyetlerinin ifade ettikleri hakikati, bütün zîhayatın envâ-ı mahlûkları lisan-ı hâl ile bağırıp o hakikat-i kerîmâneyi söylüyorlar.

Hattâ değil yalnız ihtiyar akraba, belki insanlara arkadaş verilen ve rızıkları insanların rızıkları içinde gönderilen kedi gibi bazı mahlûkların rızıkları dahi bereket suretinde geliyor. Bunu teyid eden ve kendim gördüğüm bir misal: Benim yakın dostlarım bilirler ki, iki üç sene evvel hergün yarım ekmek - o köyün ekmeği küçüktü - muayyen bir tayınım vardı ki, çok defa bana kâfi gelmiyordu. Sonra dört kedi bana misafir geldiler. O aynı tayınım hem bana, hem onlara kâfi geldi. Çok kere de fazla kalırdı.

İşte şu hâl o derece tekerrür edip bana kanaat verdi ki, ben kedilerin bereketinden istifade ediyordum. Katî bir surette ilân ediyorum, onlar bana bâr değil. Hem onlar benden değil, ben onlardan minnet alırdım.

Mektubat Yirmi Birinci Mektup 251http://www.risaleara.com/

Cüz-i İrade...

İRADE

“İstek, arzu. Dileme”

CÜZ-İ İRADE
“İki ayrı fiile birlikte taallûk edemeyen irade”
İnsanın arza halife olmasında en büyük esas: Cüz-i irade.
Meyvelerini vermekte hiçbir tercihe sahip olmayan ağaç, yörüngesinde dönmeye mahkûm dünya, yerinden kıpırdayamayan bir dağ, istediği renge bürünemeyen çiçek, uysal olamayan aslan, bal veremeyen ipek böceği...

İşte küllî bir iradenin emri altında vazifelerini yerine getiren bunca mahlûkun başına İlâhî takdir, bir halife tensip buyurdu: İnsan.

Ona bir cüz-i irade verdi. İradesiz kâinatın bu iradeli meyvesine dilediği mesleği seçme, arzu ettiğini yiyip içme, istediği menzillerde dolaşma ve hepsinden önemlisi kendisine inanıp inanmama, ibadet edip etmeme hürriyeti tanıdı.

Böylece her biri ayrı bir yöne giden, farklı tercihlerde bulunan, değişik şeylerden zevk alan insanlar çıktı ortaya. Ve Üstad Bediüzzaman’ın ifadesiyle “insanın bir ferdi, sair hayvanatın bir nev’i hükmünde” oldu.

Bülbül ve pars, birbirinden ne kadar uzak iki hayvan nev’î. Ama insanın bülbülü daha tatlı ötüyor ve insanın parsı daha yırtıcı.

Koyun ve yılan... Birinin sütüne doyulmaz diğerinin zehrinden kaçılır. Ama insanın ilmi sütten daha tatlı ve sapık fikirler zehirden daha zararlı.

Bütün bu farklılıklar “Dünya âhiretin tarlasıdır” hadis-i şerifinin hükmüne göre cennet ve cehennemde muhtelif meyveler verecekler.

Bütün bu acı ve tatlı meyvelerin köküne indiğimizde karşımıza cüz-i irade çıkar.
•••
Cüz’i, bir anda ancak bir şeye taallûk etme, işleri sırayla, birbirini takiben yapma mânâsına geliyor. Buna teakub deniliyor.

İnsanın iradesi cüz’idir, yani insan bir anda ancak bir şey irade edebilir. Birden fazla şeyi ise sırayla.

“İnsanın zihni ve lisanı ve sem'i; cüz'î ve teakubî oldukları gibi, fikri ve himmeti dahi cüz'îdir. Ve teakub tarîkıyla yalnız bir şeye taallûk eder ve meşgûl kalır” Muhakemat
Demek ki, insan bir anda iki ayrı şeyi düşünemiyor, iki harfi birlikte söyleyemiyor, iki sözü beraber anlayamıyor.
•••
Nur Külliyatı’nda insanın İlâhî isimlere üç cihetle ayna olduğu izah edilir. Bunlardan biri de “İnsana verilen nümûneler nev'inden cüz'î ilim, kudret, basar, sem, mâlikiyet, hâkimiyet gibi cüz'iyat ile kâinat Mâlikinin ilmine ve kudretine, basarına, sem'ine, hâkimiyet-i rububiyetine âyinedarlık” etmektir. İşte insan nasıl o azıcık kuvvetini ölçü alarak kâinattaki bütün faaliyetlerin İlâhî bir kudretle icra edildiğini anlıyorsa, cüz-i iradesini de aynı şekilde de ölçü yapıyor ve bu âlemdeki hadsiz faaliyetlerin birlikte irade edilmesiyle kendini hissettiren mutlak ve sonsuz bir iradeyi uzaktan uzağa tefekkür edip hayran kalıyor.
•••
İnsanoğlu harika bir sanat eseri. Bu harikalıkta bir pay da cüz-i iradeye ait. İnsan bir anda iki şeyi irade edemezken, bedeninde sayısız denecek kadar çok faaliyetler birlikte yürütülüyor. Yaklaşık yüz trilyon hücre, her hücrede en az yüz trilyon atom ve bunların her birinde icra edilen nice faaliyetler... İşte bu tablodan küllî bir irade açıkça okunur, elbette ki “oku” emrini doğru değerlendirenler için.

İnsan şöyle düşünür: Ben iki işi birlikte göremezken bende bu kadar çok icraat birlikte nasıl sürdürülüyor? Ve cevabını hemen verir: “O halde, ben kendime gerçek mânâda mâlik değilim. Ruhum İlâhî bir kanun, bedenim onun tasarrufunda bir memur gibi. İkisi de Allah’ın mülkü, ikisi de Hakkın mahlûku ve her ikisi de emanet.”

Bedenin ruhumuza emanet verildiğini çok iyi biliyoruz. “Ya ruhumuz kime emanet verilmiş? ”
Bu sorunun cevabında da karşımızda yine cüz-i iradeyi buluyoruz. Cenâb-ı Hakk ruha cüz-i irade takmış ve bu iradeyle o en güzel mahlûkunu bir başka varlığa değil bizzat o ruhun kendisine emanet etmiş.

O halde biz, ruhumuzu haram sahalarda kendi keyfimizce dolaştıramayız.
Aklımızı yanlış işlere yoramaz, hafızamıza yanlış bilgiler dolduramayız.
Hayalimizi haram işlere gönderemez, sevgimizi gayr-ı meşru sahalarda çalıştıramayız.
•••
Cüz-i irade ile cüz-i ihtiyarî çoğu zaman birbiri yerine kullanılırlar. Ama aralarında az da olsa bir fark var. İhtiyar, ‘seçme, tercih etme’ demektir. Bu seçme ise irade ile yapılır. Yani, insan kendisine ihsan edilen irade sıfatı ile ihtiyar eder. Ama bu ihtiyarı cüz’idir, bir anda birden fazla şeyi seçmeğe güç yetiremez. Demek ki, ihtiyar iradeye dayanıyor, irade ihtiyara değil.
•••
Cüz-i irade meleklerde de var, ama insandakinden çok farklı. Cebrail (a.s.) kendisine verilen bir İlâhî emrin gereğini, cüz-i iradesiyle yerine getirir. İlâhî bir emri başka meleklere yine iradesiyle tebliğ eder. Şu farkla ki, onda emrin zıddına hareket etme iradesi yoktur ve insan iradesinden bu yönüyle ayrılır.

Şu da var ki, melekler derecelerine göre bir anda çok yerlerde bulunabilir ve farklı nice işleri birlikte irade edebilirler. Yine de bu iradeleri mutlak değil sınırlıdır; ancak belli hudutlar arasında cevelan edebilirler.

“Melâike gibi zîşuur olanların, yalnız cüz-i ihtiyarıyla cüz'î, icadsız, kesb denilen bir nevi hizmet-i fıtriye ve amelî bir nevi ubudiyetten başka ellerinde yoktur.”

Şualar
•••
İnsanda iki türlü fiil cereyan eder, birisi ihtiyarî diğeri ise ızdırarî. Birincisinin ortaya çıkmasına insan iradesi şart kılınmış, ikincisi ise tamamen onun iradesi dışında. İhtiyarî fiillerde insanın elinde sadece talep etme, meyletme, kesb etme var; yaratma ise Allah’a mahsus...
“Âdetullah üzerine, irade-i külliye-i İlâhîye abdin irade-i cüz'iyesine bakar.” İşaratü’l-İ’caz
Kul bir işi yapmak için cüz-i iradesini sarf ettikten sonra, o işe küllî irade taallûk eder ve o fiil yaratılır.

Bilim adamlarımız, bir tek kolumuzu kaldırıp indirmemizde yetmiş çeşitten fazla kimyevî reaksiyon vuku bulduğunu ve her bir çeşit reaksiyonun da binlerce kez cereyan ettiğini söylüyorlar. Bunların hiçbiri bizim işimiz değil. Ama biz kolumuzu kaldırmayı irade etmesek bu reaksiyonlardan hiçbiri ortaya çıkmıyor.
Bir konuşma hadisesi dudaktan, dilden, tükürük bezlerinden, beyinden, akla, hafızaya kadar uzanan maddî ve manevî nice cihazın birlikte çalışmasının neticesi. Bütün bu işleri Allah yaratıyor; ama biz konuşmak istemesek bunların hiçbiri icra edilmiyor.
Bedenimizi hayalen büyüttükçe büyütelim ve irademiz dışındaki faaliyetleri artırdıkça artıralım, karşımızda bütün bir kâinatı buluruz.
Suyun akması da kanımızın deveranı gibi kendi iradesiyle değil. Çiçeklerin boy göstermesi de saçımızın uzaması gibi kendi isteğiyle değil. Güneşin doğup batması da dünyaya gelişimiz ve gidişimiz gibi kendi keyfince değil.

İşte bütün bu sonsuz faaliyetler birlikte ortaya çıkıyor. Ayrı varlıklarda birbirine zıt fiiller beraber yürütülüyor. Bir grup dünyaya gelirken bir başka grup kabre ayak basıyor. Nice hastalar şifâ bulurken, nice sağlar da hastalığa tutuluyorlar. Birileri gülüp oynarken, berikiler ağlıyor, sızlanıyorlar.

Bütün bunlar birbirinden farklı fiiller; ama hepsi birlikte meydana geliyorlar.
Bu sonsuz fiiller birlikte düşünüldüğünde kalbi bozulmamış her insanın vicdanında şu mânâ inkişaf eder: Ben de cüz-i irademden yine irademle vazgeçmeli ve şu mûtiler ordusuna katılmalıyım. İrademi, kendi keyfimce değil, Hakk’ın rızasına uygun biçimde kullanmalıyım.
Böyle diyerek dünya hayatını helâl dairesi içinde geçirenler “irade imtihanını” başarır, melekler gibi sadece hayrı irade eder hale gelirler.
Bu noktaya, nefis ve şeytana rağmen ulaştıkları için de meleklerden ileri geçerler.
Bkz. Emr-i İtibarî, “Nisbî Hakikatler” yazısı.
Bkz. Nurdan Cümleler, “Birlikte Tecelli” yazısı.

Bkz. Nurdan Cümleler 2, “İrade İmtihanı” yazısı.

Prof. Dr. Alaaddin Başarhttp://www.zaferdergisi.com/article/?makale=580

İç Dünyamızda Mesajlar...

Seneler önce, bir psikoloji dersi sonrası samimi bir hava içinde, hocamıza şu soruyu sormuştuk: "–Bazı yerlere kesinlikle ilk defa gittiğimizi bildiğimiz halde, sanki orasını daha önce görmüş veya yine ilk defa yaşadığımız bir hadiseyi sanki daha öncede yaşamış gibi olmaktayız... Hem önceden düşündüğümüz şahıslar bir zaman sonra aynıyle karşımıza çıkıyor. Bunu anlamakta güçlük çekiyoruz. Siz bu konuda, bize neler söyleyebilirsiniz.

Hocamızın cevabı bizi hayrete düşürmüştü: "Çocuklar psikoloji ilmi, bu konuyla daha yeni ilgilenmeye başlamıştır. Fakat ben sizi, böyle konularla uğraşmayacak kadar medenî görüyorum!" Buraya bir nokta koyup, o zaman alamadığımız cevabı şimdi beraber arayalım.
• • •
Önsezi nedir?

Bütün hayatî fonksiyonları sadece beyinle izah etmeye çalışan maddeci felsefenin talebesinin bu örtbas gayretini, yıllar sonra şu satırlarda bulduk. Dinleyelim; "Eğer insan bir fotoğraftan ibaret değilse ve hareket eden bir mankenden farklı ise, onun beyninin ardındaki kişiliği aramak zorundayız... Batılıların subanaliz dedikleri kendi kendi ile konuşma nasıl başarılabilmektedir? Bizden içeride olan asıl ‘ben’ kimdir? Hani darda kaldığımızda problemlerimizi danıştığımız iç spiker kimdir? İçimizdeki hangi gizli kuvvet bizi sevmeye ya da nefret etmeye zorlamaktadır. Asıl önemlisi, devamlı alışverişte bulunduğumuz bu iç dünyadaki ‘ben’, ölüm konusunda daima ölümsüzlüğü telkin etmektedir. Dış kalıbımızın ardında bir başka kişiliğimiz var. Derinlerde esrarengiz bir gerçek dünya var. Böyle bir dünyanın varlığını ispatlarsak, ölümden ötede bir hayatın varlığına ait başka bir isbat şekli daha ortaya çıkmış olacaktır. Bir hadisenin madde ötesi olması için zaman ve mekân mefhumlarının ötesinde cereyan etmesi gerekir.”1 İnsanın madde ötesi kişiliğinin en açık ispatı ise ‘önsezi’ veya ‘hiss-i kablel vuku’ dediğimiz, olacak hadiseleri daha önceden sezebilmek özelliğidir.

Mesele şimdi daha iyi anlaşılmıştır herhalde. Evet, yakın zamana kadar insanın madde yapısının ardında gizlenen sırlar, ilim dünyasına kapalı sayılmaktaydı. Ancak telepati, biomanyetik alan, telekinezi, önsezi gibi meseleler büyük bir merakla ilim dünyasında incelenmeye başlanınca, insanın iç dünyasına pencereler aralanmış, buradan onun yüceliği görülmeye başlanmıştır.
Hemen hemen bir çoğumuz olayları önceden garip bir şekilde farkettiğimizi sezmişizdir. Tarif edemediğimiz bu duygu fırtınası iç dünyamızdan gelen bir mesaj gibidir. Önsezinin temel özelliği, bir olay başlamadan evvel bize işaret veren duygu oluşudur. Âniden sıkılma ya da sevinç şeklinde akseder. Önseziye benzeyen birtakım olayları önsezi ile karıştırmamak gerekir. Meselâ sevdiğimiz bir insan bizi andığı ya da bulunduğumuz şehre geldiği zaman daha onu görmeden hatırlamamız, önsezi değil bir telepati olayıdır. Buna benzeyen bir olay da, hayvanların bazı olayları önceden haber vermeleridir. Depremlerden, fırtınalardan önce hayvanlarda görülen huzursuzluk, onların bağırmaları önsezi gibi gösterilmek istenir. Aslında hayvanların bu reaksiyonları, önceden başlayan elektromanyetik bir yayılmayı uzaktan farketme kabiliyetidir. Fırtına veya deprem ortaya çıkmadan kısa bir zaman önce, büyük maddî değişiklikler olur. Bu değişmeler sırasında elektromanyetik dalgalar yayılır. Hayvanların hissettikleri ancak bu fizikî hadiselerden ibarettir. Nitekim Japonya'daki araştırmalar, hayvanların çökme depremlerini daha önceden hissedemediklerini ispatlamıştır. Çünkü burada olay âni olur ve elektromanyetik dalgaların yayılışı hayvanlara yansımaz.2

İç güdü mü, sevk-i İlâhi mi?
Meselenin ruhî olduğu kadar ilâhî cephesine de geniş yer verenlerede rastlamaktayız. Meselâ Bediüzzaman Hazretleri ‘Mektubat’ adlı eserinin 28.Mektubunda meâl olarak, "Hiss-i kablel vuku (önsezi) az veya çok herkesde vardır. Hatta hayvanlarda dahi vardır" diyor. Bediüzzaman, önseziden başka halen mevcut olup da bildiğimiz maddî ve mânevî duygulara ilaveten insanda ve hayvanda onu şevk ile sevkeden, harekete geçiren bir başka hissi de ilmen bulduğunu belirtiyor. Ancak felsefeciler bu hisse, hata ederek ahmakçasına ‘sevk-i tabii’ yani ‘içgüdü’ diyorlar, aslında bunun yaradılışa konan ilâhî bir program olması gerektiği kaydedilerek muhtelif misâller veriliyor. Meselâ: Kedi gibi bazı hayvan, gözü kör olduğu vakit, o sevk-i kaderi ile gider, gözüne ilâç olan bir otu bulur, gözüne sürer, iyi olur." deniliyor.

"Hem ruy-i zeminin sıhhıye me'murları hükmünde ve bedevî hayvanatın cenazelerini kaldırmakla muvazzaf kartal gibi akillü'l-lahm (et ile beslenen) kuşlara, bir günlük mesafeden bir hayvan cenazesinin vücudu, o sevk-i kaderi ile ve o hiss-i kablel vuku ilhamiyle ve o saika-i İlâhi ile bildirilir ve bulurlar.

Hem yeni dünyaya gelmiş bir arı yavrusu; yaşı bir gün iken, havada bir günlük mesafeye gider, havada izini kaybetmeyerek, o sevk-i kaderi ile ve o saika ilhamiyle döner, yuvasına girer. Hatta herkesin başında çok defa tekerrür ediyor ki; birisinden bahsediyorken, âni kapı açılarak, tahminin fevkinde aynı adam gelir.” Bediüzzaman son olarak meseleyi "kurdun bahsini ettiğin zaman topuzu hazırla, vur, çünkü kurt geliyor." şeklinde bir ata sözüyle bağlıyor.
Evet, önsezi umumiyetle sıkılma ve sevinç şeklinde kendini gösterir demiştik. Meselâ bir yolculuğa çıkmaya karşı reaksiyon ve sonunda meydana gelen bir kaza gibi. Batı kaynaklıyayınlarında önseziye ait misâller umumiyetle uçak kazaları sebebiyle verilmektedir. Bineceği uçağın, otobüsün veya trenin vs kaza geçireceğini sezen ve binmeyen kimselerin kurtuldukları oldukça sık rastlanan hadiselerdir.

Tesadüf yok
Demek ki: Her insan hiss-i kablel vuku ile ve taşıdığı çok özel çok ilâhî bir duygu vasıtasıyla, herhangi bir hadisenin veya düşündüğü bir insanın gelmesini apaçık olmasa da, kısmen hissedebilmektedir. Yalnız ruh, hissettiğini bildirmemek şartıyla tabii... Zaten aklın şuuru böyle âni ve ince meseleleri birden kavrayamadığı ve kuşatamadığı için, insan hissettiği böyle bir ihtimali konuda kasden konuşamaz, konuşsa da elinde olmayarak ihtiyarsız bahseder. Feraset sahipleri ise, keramet gibi olacak şeyin yaklaştığını veya geldiğini beyan ederler. Maneviyat büyüklerinde ise, bu hiss-i kablel vuku çok fazla inkişaf eder ve eser ve tesirlerini keramet şeklinde gösterir.

Kısacası; İnsandaki her duygu bir başka âlemi bildirdiği gibi, ‘hiss-i kablel vuku'da’ ruh penceresinden madde ötesine açılmakta, yani buradan sonsuz bir âlemî seyretmekte ve gördüklerini kısmen açık, kısmen şifreli olarak haber vermektedir.
Yazımızı yine bu konunun geçtiği Mektubat’tan aldığımız bir cümleyle son veriyoruz: "En cüz'i hadisat dahi vukua gelmeden evvel hem mukayyeddir, hem yazılmıştır. Demek tesadüf yok, hadisat başıboş gelmiyor, intizamsız değillerdir." 3

1-Dr. Halûk nurbaki, Ölüm ve Ötesi
2- Sinan Onbulak, Ruhî Olaylar
3- Bediüzzaman, MektûbatSelim Gündüzalphttp://www.zaferdergisi.com/article/?makale=574

İnkâr etmemek başka, iman etmek başkadır

Aziz, sıddık kardeşlerim ve Nur şakirtlerinin küçük pehlivanları, Asa-yı Musa ahirlerinde, bazı nüshalarında mübarekler pehlivanı büyük ruhlu Küçük Ali namında bir kardeşimizin sualine karşı verdiğim bir cevap var. Onu okuyunuz ki, o zata bazı muterizler Risâle-i Nur'un kıymetini bir derece kırmak için demişler: "Herkes Allah'ı bilir. Adi bir adam, bir veli gibi Allah'a iman eder" diye, Nurların pek yüksek ve pek çok kıymettar ve gayet lüzumlu tahşidâtını ziyade göstermek istemişler.

Şimdi, İstanbul'da, daha dehşetli bir fikirde, anarşi fikirli küfr-ü mutlaka düşmüş bir kısım münafıklar, Risâle-i Nur gibi, ekmek ve suya ihtiyaç derecesinde herkes muhtaç olduğu imani hakikatlerine ihtiyacı düşürmek desisesiyle diyorlar ki: "Her millet, herkes Allah'ı bilir. Onu, daha yeni ders almaya ihtiyacımız çok yok" diye mukabele etmek istiyorlar.

Halbuki Allah'ı bilmek, bütün kâinatı ihata eden rububiyetine ve zerrelerden yıldızlara kadar cüz'î ve küllî herşey Onun kabza-i tasarrufunda ve kudret ve iradesiyle olduğuna kat'î iman etmek; ve mülkünde hiçbir şerîki olmadığına ve Lâilâheillallah kelime-i kudsiyesine, hakikatlerine iman etmek, kalben tasdik etmekle olur. Yoksa, "Bir Allah var" deyip, bütün mülkünü esbaba ve tabiata taksim etmek ve onlara isnat etmek - hâşâ - hadsiz şerikleri hükmünde esbabı mercî tanımak ve herşeyin yanında hazır irade ve ilmini bilmemek ve şiddetli emirlerini tanımamak ve sıfatlarını ve gönderdiği elçilerini, peygamberlerini bilmemek, elbette hiçbir cihette Allah'a iman hakikati onda yoktur. Belki küfr-ü mutlaktaki manevî Cehennemin dünyevî tazibinden kendini bir derece teselliye almak için o sözleri söyler.

Evet, inkâr etmemek başkadır, iman etmek bütün bütün başkadır.

Evet, kainatta hiçbir zişuur, kâinatın bütün eczası kadar şahidleri bulunan Hâlık-ı Zülcelâl'i inkâr edemez... Etse, bütün kâinat onu tekzib edeceği için susar, lâkayd kalır.
Fakat Ona iman etmek, Kur'ân-ı Azîmüşşanın ders verdiği gibi, O Hâlıkı, sıfatlarıyla, isimleriyle, umum kâinatın şehadetine istinaden kalben tasdik etmek; ve elçileriyle gönderdiği emirleri tanımak; ve günah ve emre muhalefet ettiği vakit, kalben tevbe ve nedamet etmek iledir. Yoksa, büyük günahları serbest işleyip istiğfar etmemek ve aldırmamak, o imandan hissesi olmadığına delildir. Her neyse...

Evlâtlarım, ehemmiyetli bir hadise size bu uzun meseleyi kısaca beyan etmeye sebep oldu. Şimdilik sizlere Risâle-i Nur'un ehemmiyetli şakirtleri nazarıyla bakıyorum. Mustafa Oruç, çok talihlidir ki, kendi sisteminde ve ruhunda ve ciddiyetinde, az bir zamanda sizleri buldu. Bir iken on Mustafa oldu.

Said Nursî

Emirdağ Lâhikası 176http://www.risaleara.com/

Mü'minin ruhunda adâvet, kin, vahşet yoktur ...

Nükte
Arkadaş! İman, bütün eşya arasında hakikî bir uhuvveti, irtibatı, ittisali ve ittihad rabıtalarını tesis eder.

Küfür ise, bürudet gibi, bütün eşyayı birbirinden ayrı gösterir ve birbirine ecnebî nazarıyla baktırır. Bunun içindir ki, mü'minin ruhunda adâvet, kin, vahşet yoktur. En büyük bir düşmanıyla bir nevi kardeşliği vardır. Kâfirin ruhunda hırs, adâvet olduğu gibi, nefsini iltizam ve nefsine itimadı vardır. Bu sırra binaendir ki, dünya hayatında bazan galebe kâfirlerde olur. Ve keza, kâfir, dünyada hasenatının mükâfatını filcümle görür. Mü'min ise, seyyiatının cezasını görür.

Bunun için dünya, kâfire cennet (yani âhirete nisbeten), mü'mine Cehennemdir (yani saadet-i ebediyesine nisbeten)-yoksa, dünyada dahi mü'min yüz derece ziyade mesuttur-denilmiştir.
Ve keza, iman insanı ebediyete, Cennete lâyık bir cevhere kalb eder. Küfür ise, ruhu, kalbi söndürür, zulmetler içinde bırakır. Çünkü, iman, kabuğunun içerisindeki lübbü gösterir. Küfür ise, lüble kabuğu tefrik etmez. Kabuğu aynen lüb bilir ve insanı cevherlik derecesinden kömür derecesine indirir.

Nokta
Arkadaş! Kalble ruhun hastalığı nisbetinde felsefe ilimlerine meyil ve muhabbet ziyade olur. O hastalık marazı da ulûm-i akliyeye tavaggul etmek nisbetindedir. Demek mânevî olan hastalıklar, insanları aklî ilimlere teşvik ve sevk eder. Ve akliyatla iştigal eden, emraz-ı kalbiyeye müptelâ olur.

Ve keza, dünyanın iki yüzünü gördüm.
Bir yüzü: Az çok zahirî bir ünsiyet, bir güzelliği varsa da, bâtını ve içi daimî bir vahşetle doludur.
İkinci yüzü: Filcümle zahiren vahşetli ise de, bâtınen daimî bir ünsiyetle doludur. Kur'ân-ı Azîmüşşan, nazarları âhiretle muttasıl olan ikinci veçhe tevcih eder. Birinci vecih ise, âhiretin zıddı olup ademle muttasıldır.

Ve keza, mümkinatın da iki veçhi vardır:
Birisi: Enaniyetle vücuttur. Bu ise, ademe gider ve ademe kalb olur.
İkincisi: Enaniyetin terkiyle ademdir. Bu ise Vâcibü'l-Vücuda bakar, bir vücut kazanır. Binaenaleyh, vücut istersen, mün'adim ol ki vücudu bulasın.

Mesnevi-i Nuriye Katre 60http://www.risaleara.com/

Şükrün ölçüsü: Kanaat, iktisat, rıza ve memnuniyet

Şükrün mikyâsı kanaattir ve iktisattır ve rızadır ve memnuniyettir. Şükürsüzlüğün mizanı hırstır ve israftır, hürmetsizliktir, haram-helâl demeyip rast geleni yemektir.
Evet, hırs, şükürsüzlük olduğu gibi, hem sebeb-i mahrumiyettir, hem vasıta-i zillettir. Hattâ, hayat-ı içtimaiyeye sahip olan mübarek karınca dahi, güya hırs vasıtasıyla ayaklar altında kalmış, ezilir. Çünkü, kanaat etmeyip, senede birkaç tane buğday kâfi gelirken, elinden gelse binler taneyi toplar. Güya mübarek arı, kanaatinden dolayı başlar üstünde uçar. Kanaat ettiğinden, balı insanlara emr-i İlâhî ile ihsan eder, yedirir.
Evet, Zât-ı Akdesin alem-i zâtîsi ve en âzamî ismi olan lâfzullahtan sonra en âzam ismi olan Rahmân, rızka bakar. Ve rızıktaki şükürle ona yetişilir. Hem Rahmân'ın en zâhir mânâsı, Rezzaktır.

Hem şükrün envâı var. O nevilerin en câmii ve fihriste-i umumiyesi, namazdır.
Hem şükür içinde sâfi bir İmân var; hâlis bir tevhid bulunur. Çünkü, bir elmayı yiyen ve "Elhamdülillâh" diyen adam, o şükürle ilân eder ki: "O elma doğrudan doğruya dest-i kudretin yadigârı ve doğrudan doğruya hazine-i rahmetin hediyesidir" demesiyle ve itikad etmesiyle, herşeyi, cüz'î olsun küllî olsun, Onun dest-i kudretine teslim ediyor. Ve herşeyde rahmetin cilvesini bilir. Hakikî bir imanı ve hâlis bir tevhidi, şükürle beyan ediyor.
İnsan-ı gafil, küfran-ı nimetle ne derece hasârete düştüğünü, çok cihetlerden yalnız bir veçhini söyleyeceğiz. Şöyle ki:

Lezzetli bir nimeti insan yese, eğer şükretse, o yediği nimet, o şükür vasıtasıyla bir nur olur, uhrevî bir meyve-i Cennet olur. Verdiği lezzetle, Cenâb-ı Hakkın iltifat-ı rahmetinin eseri olduğunu düşünmekle, büyük ve daimî bir lezzet ve zevk veriyor. Bu gibi mânevî lübleri ve hülâsaları ve mânevî maddeleri ulvî makamlara gönderip, maddî ve tüflî (posa) ve kışrî, yani vazifesini bitiren ve lüzumsuz kalan maddeleri fuzulât olup aslına, yani anâsıra inkılâp etmeye gidiyor. Eğer şükretmezse, o muvakkat lezzet, zeval ile bir elem ve teessüf bırakır ve kendisi dahi kazurat olur. Elmas mahiyetindeki nimet, kömüre kalb olur. Şükürle, zâil rızıklar, daimî lezzetler, bâki meyveler verir. Şükürsüz nimet, en güzel bir suretten, çirkin bir surete döner. Çünkü, o gafile göre rızkın âkıbeti, muvakkat bir lezzetten sonra fuzulâttır.

Mektubat Yirmi Sekizinci Mektup 350

Demek bir Mahkeme-i Kübrâ var!..

Evet, görüyoruz ki, alelekser, gaddar, facir zalimler lezzetler, nimetler içinde pek rahat yaşıyorlar. Yine görüyoruz ki, masum, mütedeyyin, fakir mazlûmlar zahmetler, zilletler, tahkirler, tahakkümler altında can veriyorlar. Sonra ölüm gelir, ikisini de götürür. Bu vaziyetten bir zulüm kokusu gelir. Halbuki kâinatın şehadetiyle, adalet ve hikmet-i İlâhiye zulümden pak ve münezzehtirler. Öyleyse, adalet-i İlâhiyenin tam mânâsıyla tecellî etmesi için haşre ve mahkeme-i kübraya lüzum vardır ki, biri cezasını, diğeri mükâfatını görsün.
İşârâtü'l-İ'câz, s. 60
***
Hem, o celâl ve izzete uygun bir dâr-ı mücâzât olacaktır. Çünkü, ekseriyâ zâlim izzetinde, mazlûm zilletinde kalıp, buradan göçüp gidiyorlar. Demek, bir mahkeme-i kübrâya bırakılıyor, tehir ediliyor; yoksa, bakılmıyor değil. Bâzan dünyada dahi ceza verir. Kurûn-u sâlifede cereyan eden âsi ve mütemerrid kavimlere gelen azablar gösteriyor ki, insan başıboş değil; bir celâl ve gayret sillesine her vakit mâruzdur.
Sözler, s. 66
***
Hiç mümkün müdür ki, zerrelerden güneşlere kadar cereyan eden hikmet ve intizam, adâlet ve mîzanla Rubûbiyetin saltanatını gösteren Zât-ı Zülcelâl, Rubûbiyetin cenâh-ı himâyesine ilticâ eden ve hikmet ve adâlete imân ve ubûdiyetle tevfîk-ı hareket eden mü'minleri taltif etmesin ve o hikmet ve adâlete küfür ve tuğyan ile isyan eden edebsizleri te'dib etmesin? Halbuki, bu muvakkat dünyada, o hikmet, o adâlete lâyık binden biri insanda icrâ edilmiyor, tehir ediliyor. Ehl-i dalâletin çoğu ceza almadan, ehl-i hidâyetin de çoğu mükâfat görmeden buradan göçüp gidiyorlar. Demek, bir mahkeme-i kübrâya, bir saadet-i uzmâya bırakılıyor.
Sözler, s. 67

Sözler Onuncu Söz 66